GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | 8 MART’A DOĞRU: GÖZÜMÜZ ÖZGÜRLÜKTE!

Hakim sınıf partilerinin şu veya bu kliğinin değil peşinde bir “üçüncü yol”dan bahsetmediğimiz, ikinci bir yoldan bahsettiğimiz bilinmelidir. Bu yol birleşik devrimci mücadelenin yoludur.

24 Şubat 2021 tarihi itibariyle paylaşılan küresel verilere göre, dünya genelinde Koronavirüs salgını nedeniyle yaşamını yitirenlerin sayısı 2 milyon 500 bin 186’ya ulaşırken, Türkiye’de salgın nedeniyle yaşanan can kayıplarına dair rakam bilinmemektedir.

Son açıklamalar 2.67 milyon vaka sayısı, 28 bin 358 kişinin vefat ettiği yönlüdür. Ancak Sağlık Bakanlığı’nın Koronavirüs istatistiklerinde daha önceden yaptığı açıklamalarda “hasta” ve “vaka” ayrımı yaptığı bilindiğinden bu rakamların bir güvenirliği bulunmamaktadır. Ayrıca salgının yeni mutasyonlarla dalgalar halinde 2022 yılına kadar devam edeceği ifade edilmektedir.

Hatırlanırsa salgın başlangıcında neredeyse bütün ülkeler çeşitli paketler açıklarken, AKP’nin açıkladığı pakette patronlara teşvik, halka ise İBAN numarası verilerek para toplanması çağrısı yapılmıştı. Salgının devamında alındığı söylenen önlemler göstermelik olmaktan öteye gidememiş ve hatta önlem adı altında “sürü bağışıklığı politikası” izlendiği görülmüştür. Bu konuda sağlık meslek örgütlerinin açıklamalarına hızlıca bakmak bile yeterlidir.

Ülkemizde salgının hakim sınıfların çıkarlarına göre yönetildiği son süreçle bir kez daha anlaşılır olmuştur. “Salgınla mücadele” adı altında sokağa çıkanlara para cezası kesen ya da muhalif, devrimci eylem ve etkinlikleri “sosyal mesafe” gerekçesiyle yasaklayan-saldıran iktidar, sıra AKP kongrelerine geldiğinde lebalep koşullarda kongreler yapmaktan çekinmemiştir.

“Salgınla mücadele” adı altında küçük esnafın ekmek teknesini kapatan AKP-MHP iktidarı, ilk olarak AVM’leri açmış, kongrelerinin dolu olmasıyla övünebilmiştir. Ya da insanların yakınlarını defnetmelerini salgın nedeniyle yasaklayan iktidar, söz konusu yandaşları olunca binlerce kişiyle cami avlusundan cenaze kaldırabilmiştir.

Yaşanan bu ikili pratiğe halk büyük öfke duymakta ve isyan etmektedir. Sistemin bu ikili pratiği, yandaş kalemler tarafından bile dil ucuyla da olsa eleştirilmektedir. Bu çelişki, elbette ülkemize özgü “Türk usulü Başkanlık Rejimi”nden bağımsız değildir.

Açıktır ki AKP-MHP iktidarının derdi, salgınla mücadele etmek değil, bu süreci kendi iktidarı açısından fırsat olarak kullanmaktır. Rejimin salgın karşısında bütün pratiği bunu göstermektedir.

Hırsızlık ve yolsuzluk rejimi; Açlık ve intiharları yaratıyor

Nitekim salgın başından itibaren izlenen politika, salgına çare olarak propaganda edilen “aşı” meselesinde de sürdürülmüştür. Aşı sipariş edilmiş ne var ki aşının Çin’den alımında yolsuzluk yapıldığı da ortaya çıkmıştır. Aşı gibi halk sağlığı açısından çok önemli bir konuda bile AKP iktidarı, yandaşa arka çıkmıştır. Aşının ücretsiz alındığı ifade edilmesine rağmen aracı firmaya 12 milyon dolar ödendiği açığa çıkmıştır.

TC rejiminin bir hırsızlık ve yolsuzluk rejimi olduğu 128 milyar dolarlık Merkez Bankası döviz rezervine dair tartışmalarda da görülmektedir. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifasından sonra ortaya çıkan bu gerçeğin üzeri Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın “95 milyar dolar rezervimiz var” açıklamasıyla örtülmeye çalışılmıştır. Ne var ki bu açıklamayı Merkez Bankası’nın yayınladığı resmi veriler yalanlamaktadır.

TCMB verileri, gelinen aşamada bankanın net döviz rezervinin 43.2 milyar dolar ekside olduğunu göstermektedir. Burjuva muhalefet içinde artan tepkiler nedeniyle yine bizzat R.T.Erdoğan bu “kayıp para”nın “Koronavirüsle mücadele”de kullanıldığı açıklamıştır. Bunun büyük bir yalan olduğu açıktır. Anlaşıldığı üzere “kayıp” olan bu para yine aile şirketlerine, yandaşlara peşkeş çekilmiş durumdadır.

Hakim sınıflar cephesinde bu gelişmeler yaşanırken işçi sınıfı ve halk tam bir ekonomik yıkımla karşı karşıyadır. TC, dünya üzerinde hem faizin hem döviz kurlarının hem enflasyonun hem de işsizliğin aynı anda yükseldiği tek ekonomisine sahiptir. Bu anlamıyla dünyaya “örnek bir konumdadır”.

Açlık sınırının 3 bin 146 liraya yükseldiği 2020 yılında, dört kişilik bir ailenin gıda dışı gereksinimleri için yapması gereken harcama 8 bin 41 liraya, yoksulluk sınırı da 11 bin 186 liraya yükselmiş durumdadır. Son olarak Türk-İş’in Şubat ayı araştırmasına göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 2 bin 718 lira, yoksulluk sınırı ise 8 bin 856 lira olarak belirlenmiş durumdadır.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun 2021 yılında geçerli olan asgari ücreti net 2.825.90 TL olarak belirlendiği düşünüldüğünde ve DİSK Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan “Salgın Günlerinde Asgari Ücret Gerçeği Araştırması-2021” Raporunda ifade edilen Türkiye’de asgari ücretin yüzde 20 fazlası ve altında ücret alan işçilerin sayısı 9.7 milyonu bulduğu dikkate alındığında durum tüm çıplaklığıyla görülmektedir.

Araştırmada Türkiye’de bütün ücretli çalışanların yüzde 50’ye yakınının da bu kapsamda olduğuna vurgu yapılıyor. Araştırma ile ilgili değerlendirmede tüm ücretli çalışanların yüzde 64’ünün ise (yani 12.5 milyon işçi) asgari ücretin altı ile asgari ücretin bir buçuk katı arasında bir ücret elde ettiği ifade ediliyor. Kısacası Türkiye’de milyonlarca insan açlık sınırının altında bir ücretle yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Milyonlarca insan işsizdir. Milyonlarcası yoksullukla boğuşmaktadır.

Ekonomik kriz, derinleşen yoksulluk, artan işsizlik ve Koronavirüs salgınının yarattığı kaygılar, geleceksizlik hali vb. intiharlara neden olmaktadır.

2002-2019 yılları arasında geçim sıkıntısı nedeniyle 5 bin 806 kişinin intihar ettiği ifade edilmektedir. Vakaların son 20 yılda artış gösterdiği belirtilmektedir. Ülke genelinde ekonomik sebepler yüzünden yaşanan intiharların, toplam intiharlar içindeki payı 2018’de yüzde 7.3 iken, 2019’da yüzde 9.4’e yükselmiştir.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ne göre sadece işyeri içinde ve/veya işe bağlı olarak intihar edenlerin sayısı 2020’nin ilk 8 ayında 54 kişi olmuştur.

Açıktır ki; yolsuzluk ve hırsızlık batağındaki faşist rejim, insanları intihara sürüklemektedir. Salgın karşısında göstermelik önlemlerle halkı ölüme terk eden rejim, “sürü bağışıklığı” politikasını ekonomik ve sosyal alanda da sürdürmekte, emekçi halkı çaresiz bırakmaktadır. Bu durum aynı zamanda devrimci hareketin görevlerine de işaret etmektedir.

Rejimin Garê depremi: “Gara”lar bağladılar!

TC, 10 Şubat 2021 sabahı Irak Kürdistanı Garê bölgesine saldırdı. TSK, yoğun hava saldırısını takiben helikopterlerle indirme/sızma harekatı gerçekleştirdi. Özel Kuvvetler, MAK (Muharebe, Arama, Kurtarma) ve bomba imha yeteneği yüksek SAT (Su Altı Taarruz) timlerinin indirildiği, Hulusi Akar’ın açıklamalarından anlaşılmaktadır.

Saldırının amacı konusunda yapılan açıklamalardan ve ortaya çıkan sonuçtan, hedeflenenin Garê bölgesinde alan tutmak, orada bulunan esir asker, polis ve MİT’çilerin canlı ya da ölü ele geçirilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Saldırının özel bir harekat olduğu ve öncesinden planlandığı hem R.T.Erdoğan’ın üç gün önceden “müjde” vereceğini açıklaması hem de Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, 11 Şubat’ta, Ortak Kış Tatbikatı için gittiği Azerbaycan’da, “PKK’nin yapılan operasyonlar sonucu sıkıştığı için, diğer bölgelerden Gara bölgesine çekildiğini; bu bölgede yığınaklandığını; son günlerde güçlerini burada biraraya getirdiği ve bir saldırı hazırlığı içinde olduğu istihbaratı alındığını”; harekatın da bu nedenle yapıldığı, basına açıklamasından anlaşılmaktadır.

Özel birlikler tarafından gerçekleştirilen ve daha ilk anda gerilla güçlerinin direnişiyle karşılaşınca kayıplar alan saldırı, sonuç itibariyle askeri olarak tam bir hezimete dönüşmüştür. TC ne iddia ettiği gibi alanda kalabilmiş ne de esirleri kurtarabilmiştir. Kısa sürede bölgeden çekilmek zorunda kalmış; bu askeri yenilgi politik hezimeti de tetiklemiştir.

İktidarın Garê’de yaşadığı hezimet burjuva hakim sınıf klikleri arasında büyük bir etki yarattı. AKP-MHP ve özellikle de AKP, ortaya çıkan sonuç karşısında sıkışmış görünüyor. Bu sıkışmışlığını gidermek için daha önceden yapmadığı ve her fırsatta aşağıladığı burjuva muhalefet partilerine iki bakanı yollamak zorunda kaldı.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Garê hezimeti konusunda, önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i ziyaret ederek, operasyonla ilgili bilgi verdi.

Ardından da TBMM’de konuşma yaptılar. Burjuva muhalefetin, “başarısız operasyon karşısında meşruiyet ve destek arayışı” olarak yorumladığı ziyaretlerde bakanlar, “savaş esirlerini kendilerinin değil PKK’nin öldürdüğünü kanıtlamak” ve burjuva muhalefeti yeni bir “Yenikapı ruhuyla” AKP-MHP iktidarının arkasına bir kez daha yedeklemek amacını taşıyordu.

Ancak bu kez beklenen olmadı ve her iki parti de iktidara destek çıkmadı. Bu durum bazı kesimlerde kafa karışıklığı yaratmış ve “işte muhalefet” dedirtmiş görünüyor. Burjuva muhalefetin bu kez iktidarın arkasında yedeklenmeyişinin çeşitli nedenleri olmakla birlikte ön plana çıkan birinci neden Garê’de alınan yenilginin ağırlığıdır. Türk hakim sınıfları ve onların devleti, alınan ağır yenilgiyi bu kez hazmedememiştir.

İkincisi hakim sınıf klikleri arasında bürokrasiden, ordu ve sermayeye kadar çeşitli kesimlerin düzenin sıkışmışlığının getirdiği itirazlarının alınan bu yenilgiyle birlikte öfkeye dönüşmesidir. Burjuva muhalefet, birdenbire ayılarak ya da “artık yeter” diyerek değil; dipten gelen dalganın ve toplumsal değişim talebinin de etkisiyle almıştır bu tavrı. Amaç elbette kitlelerin öfke ve tepkisini düzen içi sınırlarda tutmak ve kendilerinin temsil ettiği hakim sınıf kliği arkasında yedeklemektir.

Üçüncü neden ise ABD seçim sonuçlarıdır. Türk hakim sınıfları, burjuvazinin her kliğiyle gözünü ve kulağını, göbekten bağımlı oldukları ABD emperyalizmine çevirmiş durumdadır. Gerek iktidarda ve gerekse de muhalefette olan hakim sınıf klikleri, önümüzdeki süreçte uygulayacakları politikayı ABD emperyalizmine göre ayarlamak istemektedir.

Bu durum AKP iktidarının son süreçteki adımlarından rahatlıkla gözlemlenebilir.  R.T.Erdoğan yayınladığı video mesajda ABD’nin yeni yönetimiyle işbirliğini güçlendirmek istediklerini ifade etmektedir (20.02.21). Nitekim önce Mavi Vatan, sonra S-400, F-35 projesine dönüş için ABD lobi şirketiyle anlaşma, Karadeniz’de ABD ile ortak tatbikat bunun giderek şekillenen parçalarıdır.

AKP, NATO üzerinden ABD-AB bloku arasından kendisine yer açmaya çalışıyor. NATO’ya sürekli sıcak mesaj verilmesi, NATO’nun Rusya’ya karşı oluşturduğu “Çok Yüksek Hazırlıklı Müşterek Görev Kuvveti”nin komutanlığında rotasyon kendisine geldiğinde hiç rezerv koymadan üstlenmesi bunun işaretlerinden biridir. Benzer biçimde muhalefet bizzat K. Kılıçdaroğlu’nun ağzından J. Biden yönetimini kutlamış ve “dört gözle ortak çalışmayı” hedeflediği bir sır değildir.

Anın devrimci görevi: Birleşik devrimci mücadeleyi yükseltme

İktidarın içinde bulunduğu sıkışma hali, bir yandan salgını bahane ederek en ufak hareketliliğe yönelik azgın bir faşist terörle yönelmek, dipten gelen öfke dalgasını gözaltı ve tutuklama saldırısına başvurarak ezmek olarak ortaya çıkarken diğer yandan da eylem ve direnişleri kriminalize etmek olarak şekillenmektedir.

Boğaziçi Direnişi’ne ve Birleşik Mücadele Güçleri’nin eylemlerine bu şekilde yaklaşmıştır. Egemenler bu politikalarını propaganda araçlarını etkin bir şekilde kullanarak hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Sistem kitlelerin içinde bulundukları duruma isyan etmemeleri için en kullanışlı araçlardan biri olarak “din”i de devreye sokmuş durumdadır.

Diyanet’e bağlı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nce hazırlanıp 81 ildeki camilerde okutulan Cuma Hutbesi’nin 26 Şubat konusu “Zor zamanlarda maneviyatımızdan destek almak” olarak belirlenmiştir. Hayat pahalılığı, işsizlik ve yoksulluğun arttığı bir süreçte, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan Cuma Hutbelerinde “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız” ayetine işaret edilmektedir.

Bu sıkışma hali ve son olarak Garê’de yaşadığı hezimet beraberinde içeride muhalif, devrimci ve yurtsever güçleri hedef gösterme, “iç düşman” olarak kodlama şeklinde tezahür etmektedir. Özellikle Garê hezimetinin unutturulması ve AKP-MHP iktidarının azalan kitle desteğini tersine çevirmek için şovenizme ve ırkçılığa ağırlık verileceği, bu kapsamda da HDP’nin hedefe oturtulacağı anlaşılmaktadır. Nitekim HDP’nin kapatılması ya da etkisizleştirilmesi planı devreye sokulmuş durumdadır.

Bu amaçla Meclis’e iletilen 33 fezlekeden 28’i HDP’li vekiller hakkındadır. Böylelikle HDP’li vekillerin “dokunulmazlıkların kaldırılması” ve “vekilliklerin düşürülüp ara seçime gitme” ya da yeni bir siyasi partiler ve seçim kanunu kabul edilerek seçime gitme tartışmaları yapılmaktadır.

Tartışmalar içerisinde MHP’nin yeniden meclise girmesini garanti altına almak için ‘‘seçim barajının yüzde 10’dan yüzde 7’ye çekilmesi, sonradan kurulan partilere seçime girme zorluğunun getirilmesi, HDP’nin hazine yardımından mahrum edilmesi’’ ile 2023 seçimlerinin garantiye alınması hedeflenmektedir. HDP’nin rejim tarafından hedefe konulması kabul edilmemelidir.

Öte yandan hakim sınıf klikleri arasındaki iktidar dalaşının ve çeşitli seçim hesaplarının yedeğine düşülmesi tehlikesinin varlığı da dikkate alınmalıdır. Özellikle AKP-MHP iktidarının baskısının arttığı koşullarda kitlelere “çözüm” olarak gösterilen CHP muhalefetinin Kadıköy, Maltepe Belediyelerindeki pratiği ortadadır. İşçiler greve çıktıkça CHP’nin yüzündeki halkçılık maskesi iyice düşmekte; yalan, grev kırıcılığı ve işçi düşmanlığından oluşan burjuva sınıf niteliği açığa çıkmaktadır.

Son olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin grev kırıcılığı yapması CHP’nin AKP’den bir farkı bulunmadığının kanıtı olmuştur.

Salgınla, ekonomik krizle, açlık, yoksulluk ve işsizlikle boğuşan, buna rağmen öfke ve tepkisini küçük küçük çoban ateşleriyle gösteren isçi sınıfı, üretemez hale gelen ve hacizlerle boğuşan, bu da yetmezmiş gibi doğası ve çevresi yağmalanan köylülük, her gün katledilmeye devam eden kadın ve LGBTİ+’lar, son derece demokratik, haklı ve meşru talepleri faşizmin saldırısına maruz kalan gençliğin mücadelesi, ulusal varlığı inkar edilen başta Kürt ulusu olmak üzere, çeşitli milliyetler, inançları inkar edilen Aleviler başta olmak üzere ezilen inançlar kendi çizgilerini oluşturmak zorundadırlar.

Hakim sınıf partilerinin şu veya bu kliğinin değil peşinde bir “üçüncü yol”dan bahsetmediğimiz, ikinci bir yoldan bahsettiğimiz bilinmelidir. Bu yol birleşik devrimci mücadelenin yoludur. Anın devrimci görevi budur. 8 Mart kadınların başta olmak üzere birleşik devrimci mücadelenin güçlendiği, alanların zapt edildiği bir gün olarak dipten gelen dalganın mayalandığı gün olmalıdır.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne doğru yol aldığımız bugünlerde kadınların, “Özgürlüğümüzü Kazanacağız” şiarıyla “gözünü özgürlüğe” diken duruşu son derece öğreticidir!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu